Sevr Antlaşması ile Düvel-i Muazzama, Anadolu’nun antik geçmişinden kendi paylarını kapmaya çalıştılar. Hélène Maloigne, Lozan’da Ankara hükümetinin Hititlerden kalan eserler üzerindeki “doğuştan gelen haklarını” neden ve nasıl talep ettiklerini anlatıyor.

Hélène, Bulletin of the History of Archaeology’de yardımcı editör olarak çalışmaktadır.

Tarihçi Can Erimtan’a göre Sevr ile Lozan arasındaki dönem Türkiye’nin bir cumhuriyet olarak, Türklerin ise bir ulus olarak gelişmesinde kritik bir önem taşır. Tarihçiler, Türk kültür tarihinde 1930’ları mühim bir dönem olarak kabul etmeye meyillidirler. Bu dönem Türk tarih tezine ve 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun ve çok geniş kapsamlı bir arkeoloji programının kurulmasına tanıklık etmiştir. Ancak bu gelişmelerin temelleri daha öncesinde, Millî Mücadele döneminde atılmıştır. Sevr’de planlanıldığı üzere Anadolu’nun parçalara ayrılmasına karşı verilen bu mücadele, Türk ulusal kimliğinin oluşmasında bir dönüm noktası olmuştu. Bu süreçte Türk ulusu Anadolu’yu anayurdu, Anadolu’nun antik medeniyetlerini, özellikle de Hititleri, ataları olarak kabul etmişlerdi.

Geç Bronz Çağı (1600-1200 İÖ) esnasında gücünün doruğundaki Hitit İmparatorluğu, Anadolu ve kuzey Suriye’nin büyük çoğunluğunu kaplar. Komşuları Mısır, Babil, Asur, Mitanni gibi uygarlıklarla girdiği geniş çaplı kültürel ve ekonomik takas sayesinde Hititler, Anadolu’ya yerleşim yerleri, kaya kabartmaları ve dini yapılar gibi birçok kalıcı iz bırakır. İç Anadolu’da konumlanan başkenti Hattuşaş (Boğazköy), Alman araştırmacı Hugo Winckler ve Osmanlı Bankası Müdür Muavini Theodore Makridi tarafından 1906-1907 ve 1911-1912 yıllarında kazıldığında, Hitit döneminden binlerce kil tablet gün yüzüne çıkarılır. Bu tabletlerin büyük çoğu Akadlı çivi yazısı kullanılarak yazılırken, ilk kazılar sonrasında Hitit dili henüz deşifre edilemez. Bu sebeple Hititlerin kültürü, dini, sosyal organizasyonu veya etnisiteleri hakkında çok az bilgiye haiz olunur. Tabii bütün bunlar yirminci yüzyıl arkeolojisi ve siyaseti için kafa karıştıran meselelerdir. Öyle ki bu dönemde dil hem bireyler hem de siyasi cemaatler için etnisitelerini belli eden önemli bir unsur haline gelir.

GEÇ BRONZ ÇAĞINDA HİTİT SINIRLARI

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yapılan arkeolojik çalışmaların büyük çoğunluğunun aniden sona ermesine sebep olur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi Batılı arkeologlara yeni bir fırsat doğurur ve bu sayede kazı alanlarına erişim imkanları artırır. Ayrıca Osmanlıların asar-ı atika kanununda değişiklikler yapılması sağlar. Eski kanunlar kapsamında 1876’da taşınır ve taşınmaz asar-ı atika millete ait olarak tanımlanmış, 1884’te ise bunların yurt dışına çıkarılması kesinlikle yasaklanmıştı.

İtilaf Devletleri’nden arkeologların kaleme aldıkları Sevr Antlaşmasının 421. maddesi şu şekildedir:

Bu antlaşmanın yürürlüğe girmesinin ardından gelen on iki ay içerisinde Türk hükümeti antikalara dair kanunu lağvedecek ve bu konuda ekte belirtilen kurallara uygun olarak antikalar hakkında yeni bir kanun yapılması için gerekli adımları atacaktır.


Sevr Antlaşması, 421. Madde 

Ayrıca ek protokoldeki Filistin üzerindeki yasaklamalarla alakalı sekizinci nokta şöyle belirtiyordu: “Kazılarda çıkarılanlar, kazıyı yapan ve yetkili Türk bakanlığı arasında, ilgili bakanlık tarafından belirlenen bir oranda paylaşılabilir.” 

Kazılardan çıkanların paylaşılması konusunda antlaşmada belirtilen bu maddenin temel prensipleri Irak mandası ile Suriye ve Lübnan’daki Fransız mandalarının eski eserler kanunlarına da kopyalanır. Bu kanunlar da aynı şekilde arkeologlar tarafından kaleme alınır. British Museum’un müdürü ve baş kütüphanecisi Sör Frederic Kenyon (1863 – 1952) bu kanunların esasında yerel vatandaşların çıkarına olduğunu iddia eder. Milletler Cemiyeti’nin kurucu anlaşmasını tekrarlayarak 1921’de Society for the Promotion of Hellenic Studies’e hitaben yaptığı bir konuşmada “Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Mezopotamya halklarının antikalara karşı ya tamamen ilgisiz olduklarını ya da bunları sadece maddi bir gelir kaynağı olarak gördüklerini”, bu sebeple de bu maddi kültüre sahip çıkacak kadar medeni olmadıklarını ifade eder. Kenyon’a göre arkeologların işi, hatta ahlaki görevleri, bu halkları Batının bilgisinin ışığına doğru yönlendirmek ve geçmişi takdir etmelerini sağlayarak bu eserleri önlerine çıkan ilk turiste satmalarını engellemektir. Bu alaycı ve ırkçı çarpıtma barış ortamından esas karlı çıkan kişileri gizlemeye yarar: arkeologlar ve onların baş foncuları olan Batılı müzeler ve özel koleksiyoncular.


Gerçekten de Anadolu, ılıman dünyanın bahçelerinden biri ve belki bir gün Avrupalı sömürgeciler, ikinci nesillerinin zorlukla ayakta durduğu ve üçüncü nesillerinin başarısız olduğu ateş ve sinek ülkesinden, daha meşru miraslarının bu bölümünü almak için geri döneceklerdir.

David George Hogarth, The Wandering Scholar (1925), s. 59.

The Lausanne Project’in takipçilerinin bildiği üzere Sevr Antlaşması Mustafa Kemal tarafından şiddetle reddedilir ve Millî Mücadele dönemini beraberinde getirir. Millî Mücadele ise Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sona erer. Lozan’daki Türk delegasyonu 421. Maddenin Lozan’a eklenmesi konusunda pazarlık masasına dahi oturmayı reddeder.

1922 senesinde geçici Ankara hükümeti Pontus Meselesi adlı bir eser yayınlayarak Anadolu’daki Türk nüfusunun neslini Hititlere kadar götürür. Ankara bu yolla Rumlar ve diğer dilsel ve etnik azınlıklara karşı Anadolu toprakları üzerinde öncelik kazanmaya çalışır. Yazarların argümanlarının köşe taşlarından biri Hititçenin Turan dillerinden biri olduğudur. Turan terimi on dokuzuncu yüzyılda kabaca Orta Asya dilleri veya halklarından bahsetmek için kullanılmaya başlanır. 1915 senesinde Çekyalı araştırmacı Bedřich Hrozný Hititçenin Hint-Avrupa dil ailesinden olduğunu ortaya koysa da, bu bulguyu Pontus Meselesi’nin yazarları dikkate almaz. Batılı güçlere ve kendi azınlıklarına karşı verilen Milli Mücadele’yi haklı çıkarmak adına basılan bu kitap, ironik bir biçimde miladını doldurmuş Batılı bilgi kaynaklarından yararlanarak Bronz Çağı ile yirminci yüzyıl arasında yanlış bir nesep kurar. Dil ile etnik kimliği birbirine eş tutar.  Tabii bunu yaparken amaç, Türkiye’nin kendi geleceğinin mülkiyetini üzerine alırken, geçmişini yeniden tanımlamak istemesidir. Nitekim 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nda “antika” ve “arkeoloji” terimlerinin yer almaması bir tesadüf değildir. 

ANA GÖRSEL (c) TRUSTEES OF THE BRITISH MUSEUM 1922,0511.378. HARİTA: WIKIPEDIA https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=28358963