Selman Aksünger, Ege’de bir gece ansızın karşılaşan iki geminin hikayesini anlatıyor.

Selman, Maastricht Üniversitesi’nde Uluslararası ve Avrupa Hukuku bölümünde doktora adayıdır.

2 Ağustos 1926 tarihinde, gece yarısı sularında Ege Denizi’nde ummadık bir kaza meydana gelir. İstanbul’a doğru gitmekte olan bir Fransız gemisi Lotus ile bir Türk kömür nakliye gemisi olan Bozkurt’unMidilli Adası açıklarında çarpışması sonrasında Bozkurt’un buhar kazanı patlayarak gemiyi ortadan ikiye ayırır. Bozkurt gemisinin kıçı birkaç dakika içinde tamamen batarken burnu yarım saat kadar su üstünde kalır. [1] Sekiz Türk mürettebatı hayatlarını kaybetder, on tanesi ise Lotus tarafından kurtarılır ve ertesi gün İstanbul’a getirilir. [2]

Kaza haberleri dönemin basınında geniş yer kaplar. Bozkurt gemisinin mürettebatının aileleri İstanbul’da mahkemelere başvurarak şikâyet dilekçeleri yazar ve ölümlerin sorumlularının bulunmasını talep ederler. Başsavcı Fuad Bey aynı gün bu talebi kabul etmek durumunda kalır ve Lotus gemisinin kaptan muavininin ve üç mürettebatının ifadelerini alır. Demons isimli bir Fransız vatandaşı olan bu kaptan muavini ile Bozkurt’un kaptanı Hasan Bey, ihmal sebebiyle kasıtsız olarak adam öldürmekten tutuklanırlar. Teğmen Demons seksen gün hapse ve altı bin Türk lirası para cezası ödemeye mahkûm edilir.

Fransa hükûmeti Demons’un tutuklanmasını protesto etmek için diplomatik beyanlarda bulunarak Türk mahkemelerinin uluslararası hukuk nezdinde hiçbir yargılama yetkisinin bulunmadığını iddia eder. Fransa’ya göre Demons yalnızca bir Fransız mahkemesinde yargılanabilir. Demons’u tutuklayarak Türkiye’nin, Lozan’ın 15. maddesini ve dolayısıyla da uluslararası hukuku çiğnediğini iddia eder. Bu maddeye göre Türkiye ve anlaşmaya taraf olan diğer devletler arasında yargı merciini gerektiren tüm konular uluslararası hukukun ilkelerine uygun olarak karara bağlanmalıdır.

Türk hükümeti yargı yetkisinin kendinde olduğunda ısrar eder ancak yine de Fransız denizciyle alakalı meselede yetkiyi Uluslararası Daimî Adalet Divanı’na bırakmakta bir beis görmediklerini de belirtir. 1920 senesinde Milletler Cemiyeti tarafından kurulan ve ilk oturumunu 1922’de gerçekleştiren bu mahkeme, Uluslararası Adalet Divanı’nın selefiydi. Türkiye ile Fransa arasında varılan mutabakatın ardından bu dava Uluslararası Daimî Adalet Divanı tarafından 1927 senesinde karara bağlanır. [3]

Mahkeme, kaptanın İstanbul’daki Ceza Mahkemesi’nde yargılanmasıyla Türkiye’nin herhangi bir uluslararası hukuk prensibini çiğnemediğine karar verir. Bu karar esasen göründüğünden daha büyük bir önem arz ediyordu. Yeni kurulmuş Cumhuriyet için Avrupalı devletler ile senelerce süren çatışmaların ardından uluslararası bir mahkemede böyle bir davayı kazanmak sembolik de olsa çok büyük bir zaferi temsil ediyordu.

Lozan’daki müzakereler boyunca Türkiye için en mühim konulardan biri kapitülasyonlar kapsamında Avrupalı devletlere verilen sınır ötesi imtiyazlardı. Her ne kadar Türkler kapitülasyonlarla verilen hakları kendi yasal bağımsızlıklarına karşı bir tecavüz olarak görüyor olsa da Avrupalılar bu tek taraflı imtiyazları sürdürmenin peşindeydi. Bu sorun, Türkiye ve Fransa’nın Uluslararası Daimî Adalet Divanı’na başvurmalarında da kendini gösterdi. Türkiye yeni kazanılmış bağımsızlığını öne sürerken Fransa, Lozan Antlaşması’nda vazgeçmek zorunda kaldığı yasal imtiyazlarını devam ettirmeye hevesliydi.


Benzeri bir olayda Fransız bir kaptan, İngiliz mahkemeleri tarafından yargılanmış olsaydı Uluslararası Daimî Adalet Divanı önüne gitmemizi gerektirecek bir durum olmazdı, ancak Türkiye bunu yapmaya yetkili bir devlet değildir.

Henri Fromageot

Lotus vakasında Fransa’nın temsilciliğini yapan ve daha sonrasında Uluslararası Daimî Adalet Divanı’nda hakim olan Henri Fromageot, Türk mevkidaşı Mahmud Esad’a şunları söyleyince Fransa’nın niyeti belli olmuştu: “Benzeri bir olayda Fransız bir kaptan bir İngiliz mahkemesi tarafından yargılanmış olsaydı Uluslararası Daimî Adalet Divanı önüne gitmemizi gerektirecek bir durum olmazdı. Ancak Türkiye bunu yapmaya yetkili bir devlet değildir.” Fransa, Türkiye’yi tamamen bağımsız bir devlet olarak saymadığı için Fransız Dışişleri Bakanlığı Demons’un Türkiye’de tutuklanmasına karşı gelmişti. Buna cevaben Türk Dışişleri Bakanı Esad Türkiye’nin uzun yıllardır peşinde olduğu şeyi eninde sonunda başaracağına dair yemin etti: “Yakında Türkiye’yi eşit bir bağımsız devlet olarak bu mahkeme önünde tanımak zorunda kalacaksınız.” [4] Mahkeme, Türkiye’nin yasal bağımsızlığının onandığı bir muharebe meydanına dönüşmüştü.

Lozan’dan sonra Türkiye, Avrupalı devletler ile eşit statüde ilişkilerini devam ettirmenin ve toprakları ile nüfusu üzerindeki egemenliğini korumanın yollarını aradı. Uluslararası bir yasal belge olarak Lozan Antlaşması, Türkiye’nin bu amaçlarına ulaşabilmesi için birincil kaynaktı. Lotus vakası ve Türkiye ile Avrupalı devletler arasında Lozan’ın tefsirinden dolayı ortaya çıkan diğer yasal anlaşmazlıklar, Türkiye’nin uluslararası hukukta bir aktör olarak konumunu yeniden tasdik etti. Bundan ötürü Lozan Antlaşması yalnızca küresel tarihçiler için değil, egemenlik ve yetki anlaşmazlıkları gibi konularla alakadar olan uluslararası hukukçular için de kilit bir belge olarak değerini korumaktadır. 

Notlar

[1] Cumhuriyet, 5 Ağustos 1926, s. 2: Akşam 5 Ağustos 1926, s. 1.

[2] İkdam, 6 Ağustos 1926, s. 1; Akşam, 6 Ağustos 1926, s. 1.

[3] “The Case of the SS “Lotus,” Judgment of 7 Eylül 1927″, PCIJ Series A No 9, s. 18.

TLP’yi takip edin